‘’Şu dağa kadar gideceğim.” , diyerek kalktı pencerenin önüne bitiştirilmiş, duvara denk gelen yerleri içi kamışla doldurulup, üstü küçük heybelerden bozma kilimlerle kaplanmış yastıklarla süslü divandan. Kalkışında ne bir tedirginlik sezdik, ne de bir rehavet. Aniden alınmış bir karardan çok, nicedir düşünülmüş, ince ince planlanmış bir eyleme benziyordu. Tavanını üzerine hasır serilmiş sedir kalasların taşıdığı odanın ortasında ayakta dikiliyordu. Biz, geri kalanlar, oturduğumuzdan ve tavan da biraz alçak olduğundan olsa gerek gözümüze daha uzun, daha heybetli görünüyordu. ”Haydi düşün arkama!” ,dese hiçbirimiz itiraz edemeyecektik. Ama öyle bir şey söylemedi. Onun yerine biz yokmuşuzcasına avcı yeleğinin ceplerini yokladı. Cigara paketinin, çakmağın, bir cep çakısından az hallice bıçağının kabarıklığını hissedip rahatladı. Odadan çıktı. Birbirimize baktık. Fısıldaşmak istedik. Aramızda fısıl fısıl fısıldaşıp birden bire neler olup bittiğini, bu işin nereden çıktığını kendimizce anlamlandırmak zorundaydık. Ama fısıldaşmak için birbirimizden çok uzaktık. Her birimiz koca odanın ayrı bir köşesine serpilmiştik. Fısıltılarımızla sarıp sarmaladığımız kelimeler ağzımızdan çıktığı andan yağmura yakalanmış sinekler gibi yere yapışıverirlerdi. Bizi birbirimize bağlayanın meğer o olduğunu fark ediyorduk sırayla. Pencerenin önünde bir dizini kıvırıp altına sokmuş, diğerini divandan sarkıtmış, hafif yana dönük sağ kolu yastığa ve gün ışığına dayalı otururken meğer sadece bizi dinlemiyormuş. Bir telsiz kulesine asılmış koca davullar gibi kelimeleri toplayıp gerisin geri bizlere dağıtıyormuş. Şimdi susuyoruz. Birbirimize bile bakmıyoruz. Herkes belli ki kendini suçluyor, durmaksızın, tekrar tekrar söylediklerini, yaptıklarını tek tek aklından geçirip bütün bunlara sebep olan şeye dair minicik de olsa bir ip ucu arıyor.
Geldi. Kucağındakileri masaya koydu: bir elma, bir ekmeğinin yarısından biraz fazlası, büyük bir parça -neredeyse avuç içini kaplayacak kadar- peynir, bir buçuk litrelik bir su şişesi, bir elma daha… Yüklüğün yıllardır elden geçmediği için solgunlaşan, gevşeyen pirinç kulpunu kuvvetlice asıldı. Kanatlı ahşap kapaklar birbirinden ayrılmak istemeyen şeylerin çıkardığı sesleri çıkararak iki yana açıldı. Boyundan askılı epeydir kullanılmadığı belli ama hala güzel ve sağlam gözüken kahverengi-kırmızı arası deri bir çantayı ellerini sahildeki bir kum tepeciğine daldırır gibi daldırarak buldu diplerden. Masanın üzerindekileri uzun bir iş seyahatine çıkacak birinin valizini hazırlarken gösterdiği özenle yerleştirdi çantasına. Elmalardan biri eksik kalsa gidemeyecekti sanki.
Artık meraklı ve bir o kadar da telaşlıydık. Nedensiz bir korkuyla sormaya çekiniyor aptal aptal birbirimize bakıyorduk. Çantanın fermuarını çekti. ”Hadi bana müsaade,” diyerek kapıya yöneldi. ”Üzerine başka bir şey almayacak mısın?” dedim. ”Yok, akşama dönerim nasılsa” diye cevap verdi. ”Yaa,” dedi bir diğerimiz ”demek döneceksin hemen” . Teker teker yüzlerimize baktı. ”Hiç düşünmemiştim bunu.” dedi. Sonra eğilip daha yeni sıkıladığı ayakkabı bağcıklarını gevşetti. Doğrulup yeleğinin çıt çıtlarını açtı. Yavaş yavaş odaya girip pencerenin önüne ilk denemesinde avını yakalayamamış vahşi bir hayvan edasıyla biraz yorgun ve mağrur tekrar mevzilendi. Bakışlarını yine dağa çevirdi. ”Bir kahve yapın da içelim.” diye seslendi ortaya. O anda herkes öyle mi düşündü bilmiyorum ama ben başını küçük bir çocuğun cılız nefesiyle ıkına sıkına, morararak şişirdiği bir balona benzettim. Eğer o dakika içimizden biri ”Oda biraz havalansın,” deyip pencereyi açsa kafası pıt diye boynundan koparak ayrılacak dağa doğru süzüle süzüle uçup gidecekti.
29,05,18